16 Ağustos 2011 Salı

Bölüm 1: Herşey Önce Korku ile Başlar

En içten gelen dürtüdür korku. Özellikle bir çocuğun hayatta karşılaştığı bir çok anda hissettiklerinin başında gelir. Benim adım Efe ve ben bir korku şehrinden kaçmak için yapılacak en mükemmel planı yapan biriyim. Yani Yalandan bir dünya inşaa etmek.

Yıl, hangi zaman ve neresi olduğuna dair hatırlayamadığım bir yerde, sessiz ve küçük bir kalede yaşardım çocukken. O kale duvarları ve üzerinde tel örgülerin olduğu askerlerin kapılarında nöbet tuttuğu bir yerdi. Babam o kalenin komutanlarından biriydi. Ne kadar babamda olsa ondan çoğu zaman korkar ve sanki o bana hep kızacakmış gibi yanında susardım. Kalenin dışını hep merak ederdim. Çok sakin bir çocukta değildim aslında. Kaldığım odanın balkonunda demir korkular vardı. Bu korkuluklar öylesine yapılmıştı ki bir çocuk bile arasından geçemez veya yukarısına tırmanamazdı. O yüzden korkuluklu balkona çıkmayı hiç sevmezdim. Dünyayı parmaklıksız olarak görmeyi ve sorgulamayı tercih ettim o günden sonra.

Annem, daha sessiz ve cana yakın gelirdi o zamanlar. Ne de olsa anne idi. Gözümü ilk açtığımdan beri her ne yaparsam beni korumaya çalışırdı. Tabi üst düzey haylazlıklarımda karşımda babamın yanında yer alırdı. Bu da beni o an için dünyadaki en yanlız çocuk yapardı düşüncelerimde. Hepimiz öyle değil miydik? Bazı durumlarda saklanacak tek yerimiz kendi iç dünyamız olmaz mıydı?

O kalede bizimle beraber yaşayan aileler arasında, beraber vakit geçirmeyi sevdiğim ikiz arkadaşlarım Doğukan ve Batıkan vardı. Onların anne ve babasından korkmalarına karşı bir sebepleri yoktu. Çünkü istedikleri her an için gerçekleşir ve korkuyu tatmadan her şeyi yaparlardı. Bir gün yine beraber onların evinde oynarken o eski çevirmeli telefonun sesini duydum. Annem beni eve çağrıyordu. Sessizce o zamanlar tek oyuncağım olan kurşun askerimi cebime koydum ve eve gittim. Babamda eve gelmişti. Bana tok bir sesle "Ben eve gelmeden seninde evde olman ve bu sofrada herkesin olması gerektiğini sana daha önce kaç kez söylediğimi hatırlamıyorum." diyerek başını salladı. Korkmuştum yine. Kafam önde, bakışlarım yerde ve cılız titrek bir sesle "Özür dilerim baba" diyerek sofraya oturduğumu hatırlıyorum. Yemekte annem ve babam cumhuriyetin o zaman ki yıllarında olan ihtilal sonrası Türkiye'nin günlük gelişmelerini kendi aralarında tartışıyorlardı. Babam komutandı ve milliyetçiliği savunurdu. "Ülkenin istikbali için ne kadar zaayat verilmesi gerekiyorsa verilebilir" derken annem, daha sosyalist yaklaşımla "Herşey öncelikle insanlar içindir bunu unutma. Vatanı vatan yapan üzerindeki toprak değil, toprağın üzerinde yaşayan insandır." sözünü babama hatırlatıyordu. Benim küçük beynimi çok aşan konuşmaları dinlemekten sıkılıp odama kendi kaleme, kendi dünyama gitmeye karar verdim ve sofradan kalktım. Kurşun askerle sohbetimden sonra tam uykuya dalacakken yine aynı tarz telefon sesi kulağıma geldi. Arayan Doğukan ve Batıkanın annesi idi. Ve işte herşey ilk o telefon ile başladı.

Annemin telefonu kapamasıyla beraber içeriden babamın sanki savaş çıkmışcasına bağırmalarını duydum. Yatağımın içinde o hep korktuğum hayalet masallarındaki yaratıklar gelip beni bulmasınlar diye söylediğim şarkıyı mırıldanıyordum. Korkmuştum. Evin içindeki ayak seslerinin ve babamın kükremelerinin git gide kendi dünyama yaklaştığını hissediyordum. Ve sonunda babam o dünyaya adımını attı. Korkudan nefes bile alamıyordum. Işığı yaktı ve bana "Çabuk yattığın yerden kalk ve bu durumu bana açıkla" diye bağırdı. Üzerimdeki ince yorganı alıp yere fırlattı ve beni kolumdan sımsıkı tutarak salona doğru hızlıca götürdü. Kolum çok acıyor ve korkudan sesimi bile çıkaramıyordum. Ne olduğunu anlayamadan hayatımın ilk fiskesini o gece yiyordum. Fiske de ne fiske. Dört yaşındaki bir çocuğu palaska ile dövmek kısmını beynim ve kelimelerim anlatmama izin vermiyor.

Yediğim ilk fiskenin nedenini merak ediyorsunuzdur. Basit benim kurşun askerimi kıskanan ikizlerden biri gidip en güzel oyuncaklarından birini kırıyor. Daha sonrada annesine bunu benim yaptığını söylüyor ve eğer annenize söylerseniz sizi döverim diye korkutmuşum. Anneleri ise arayıp anneme evimize bir daha o ahlaksız, kıskanç ve terbiyesiz çocuğunuzu göndermeyin diyip veryansın etmiş. Bunu öğrenen babamın neler yaptığını hatırlamak biraz zor. Malum beyin kötü anları hep hatırlaması zor anılara çevirirmiş.

O gün yaşadıklarımın sonucunda öğrendim ki bir şeyi elde etmenin birden çok yolu var. Tuzak kurmak, gambazlamak, oyun oynamak ve yalan söylemek... Artık korkmuyormuş gibi davranıyordum hiç bir şeyden ya da kimseden. Çünkü yalan söylersem güçlü gözküyordum. Yapıyor ama yalan söyleyerek işin içinden çıkıyordum. Dört yaşındaki bir çocuk için unutması zor olan bir hayat dersi idi. Ama yalanın bir bağımlılık yaratacağını bilmeden kullanmaya devam ediyordum.